
“Pozitif bilimlerin çok geliştiği modern zamanlarda tıp ile ilgili rivayetlerin doğru okunmasında bizlere büyük sorumluluk düşmektedir. Bu noktada her şeyden evvel ilahiyatçılarla tıpçıların ortak çalışmalar yapması elzemdir. Fakat problem, böyle bir işbirliğiyle çözülebilecek kadar basit ve kolay değildir.”
Kavramsal Çerçeve[1]
Her şeyden evvel, başlık ve içerdiği kavramlarla ilgili önemli gördüğüm açıklamalarla başlamak istiyorum. Bu başlığı atarken “et-Tıbbu’n-Nebevî” kavramını da, “Hadis” kavramını da bilinçli bir şekilde kullanmadım. Onların yerine “Tıp” ve “Rivayet” kavramlarını niçin tercih ettiğimi şöyle izah edebilirim:
“et-Tıbbu’n-Nebevî” yani “Peygamberî Tıp/Peygamber tıbbı” şeklindeki kullanım İslam’ın ilk asırlarında kullanılan bir tabir değildir. H. II. ve III. asırda tasnif edilen temel hadis kaynaklarımızda yer alan Tıp ve hastalıklarla ilgili bölümler “Kitâbu’t-Tıb” ve “Kitâbu’l-Merdâ” vb. başlıklarla isimlendirilmiştir. “et-Tıbbu’n-Nebevî” tabiri, ancak H. IV. ve V. asırlar ve sonrasındaki bazı teliflerde ortaya çıkmış ve daha sonra yaygın bir kullanım haline dönüşmüştür.
“Tıbb-ı nebevî tabiri, hastalıkların tedavisi ve sağlığın korunması hakkında Resûl-i Ekrem’den nakledilen hadislerle bunlara dair literatürü ifade eder. Bu literatüre dahil eserlerde hadislerin yanında âyetlere ve kadîm dönemden başlayarak çeşitli devirlerde yaşamış hekimlerin görüşlerine de yer verildiği halde daha çok ilgili hadisler ele alınarak incelendiği için bu saha “et-tıbbü’n-nebevî” şeklinde anılmıştır… “T-B-B” kökü Arapça’da “maharet sahibi olma” anlamını içerdiğinden maharetli ve kabiliyetli kişilere tabip denilmiş, zamanla bu kelime tıp alanındaki uzmanlığı belirten bir terim haline gelmiştir. Aynı kökten türeyen kelimeler “tıp ilmini bilme, tedavi usullerinde uzman olma” mânasında hadislerde geçer.”[2] Dolayısıyla Tıp ve Tabâbet, insanlık tarihinden itibaren beşeriyetin meşgul olduğu hastalıklar ve onların tedavisi ile ilgili mesleğin adıdır. Hemen her medeniyette öyle ya da böyle birçok tedavi yöntemleri hep var olagelmiştir. Nitekim “et-tıbbü’n-nebevî” kapsamında dile getirilen birçok tedavi şekli, İslam öncesi Arap kültürü ve medeniyetinde de var olan bir tecrübe idi. Bu nedenledir ki, söz konusu ayrımın farkında olan çeşitli çalışmalarda, “et-Tıbbu’l-Câhilî”, “et-Tıbbu’l-Arabî”, (Câhiliyye Dönemi Tıbbı, Arap Tıbbı) şeklinde isimlendirmelere rastlamaktayız. Bazı çalışmalar ise İslam sonrası tıbbî tecrübeyi Hz. Peygamber ile sınırlandırmak yerine bunu daha genel olarak ele almış ve “et-Tıbbu’l-İslâmî” diye nitelemeyi uygun görmüştür.
“Nebî ve nübüvvet” ise, Allah’ın mesajlarını beşere iletmek üzere “kendi içlerinden seçip gönderdiği” elçileri ve peygamberliği ifade eder. Kur’an’da Nebîler, “Melek-Rasûl” değil, “Beşer-Rasûl” olarak nitelendirilmiştir.[3] Diğer peygamberler gibi, Allah Rasûlü de her şeyden önce bir insandır. İlahiyat sahasındaki birçok çalışmaya konu olduğu üzere o, hem beşeriyet, hem de risalet/nübüvvet yönü olan bir peygamberdir. Oysa bazı çalışmalarda onun risalet/nübüvvet yönü o kadar öne çıkartılmıştır ki, neredeyse beşerî yönü yok sayılmıştır. Diğer taraftan öyle çalışmalar vardır ki, bunun tam tersine onlar da onun sadece beşerî yönünü önemsemişler, Kur’an’ı tebliğ etmesi dışında risalet/nübüvvet yönünü göz ardı edebilmişlerdir.
Hz. Peygamber’in bu iki yönü yeterince kavranamadığından, onun hadis ve sünnetlerinin anlaşılmasında ciddi problemler yaşanmış ve birçok bilimsel tartışmalar yapılmıştır. Tartışmaların bir boyutunu da tıp ile ilgili hadislerin kaynağı, sıhhati ve değeri oluşturmaktadır. Kimileri, Hz. Peygamber’in risalet/nübüvvet yönünden hareketle bu tür bilgileri vahye dayandırmakta, dolayısıyla konu nebevî dolayısıyla da ilâhî bir boyuta çekilebilmektedir. Kimileri ise bu tür bilgileri, tamamen beşerî tecrübeye indirgeyebilmiştir. İşte sorun tam da buradadır ve bu tebliğde tıp ile ilgili rivayetlerin nasıl okunacağı ve ne şekilde değerlendirileceği konusu tartışılacaktır.
Tartışmaya geçmeden önce başlıkta özellikle kullandığımız “rivayet” kavramını da açıklamamız yerinde olacaktır. Halk arasında Hadis denildiğinde hemen “Hz. Peygamber’in sözleri” akla gelse de, birçok Hadis Usûlü kitabındaki tariflerde altı çizildiği üzere aslında Hadis, “Hz. Peygamber’e nispet edilen, izâfe edilen sözler” demektir. Burada “nispet” ve “izâfe” kayıtlarına vurgu yapılması ilmî açıdan çok önem arz etmektedir. Zira hadis diye nakledilen her söz, aslında Hz. Peygamber’in kesinkes söylediği iddia edilmeksizin, ona yapılan bir atıftır. Bu atıf, sahih ve sabit olması halinde “makbul” sayılır ve onunla amel edilir. Aksi takdirde sadece bir atıf olarak kalır ve kabul edilmez. Burada biz, hem Hz. Peygamber’e nispet edilen sahih, zayıf ve hatta uydurma haberleri, hem de başkalarından nakledilen diğer nakilleri de içerecek bir kapsamda “rivayet” terimini kullandık. Zira halkımızın havsalasında, yukarıda altı çizilen “nispet/izâfe edilme” hususu yer almadığı ve hadis denilince akla adeta Kur’an ayeti gibi tartışılmaz dinî bir dayanak geldiği için “rivayet” terimini tercih ettik. Şüphesiz bu rivayetler içerisinde tüm Müslümanlar tarafından asırlardır amel edilegelen binlerce sahih-makbul hadis olduğu gibi, çeşitli sebeplerle tartışılmış, itiraz görmüş ve reddedilebilmiş birçok rivayet de bulunmaktadır. Bu durum biraz sonra örnekleriyle görüleceği gibi tıp ile ilgili rivayetler için de söz konusudur.
Hangi ad ile anılırsa anılsın, İslam ilim-kültür tarihinde kaleme alınan tıp ile ilgili tüm çalışmalar ağırlıklı olarak rivayetlere dayanmaktadır. Kuşkusuz ilgili rivayetlerin İslam medeniyetindeki tıbbın gelişimine önemli katkısı olduğu tartışılamaz bir gerçektir. İlk asırlarda hemen her hadis kitabında tıp ile ilgili bölümlerin bulunması, ilerleyen asırlarda birçok müstakil risale ve kitabın telif edilmesine ön ayak olmuştur. Bugün de pek çok özgün telifin yanı sıra, bu alanla ilgili hem Müslüman hem de oryantalist ilim adamları tarafından kaleme alınan sayısız bilimsel çalışma yapılmış ve elimizde hayli zengin bir literatür oluşmuştur. Bu çalışmaların bir kısmı ilahiyatçılar tarafından yapılırken, bazıları da alan uzmanı tabiplerce gerçekleştirilmiştir.
Günümüzde tıp ile ilgili çalışmalarda olsun, internet sayfalarında olsun en çok rastlanan problem, tıp ile ilgili rivayetlerin doğru değerlendirilememesidir. Kimileri bazı rivayetlerden “i’caz” hatta “mucize” çıkartmaya çalışırken, kimileri de bazı rivayetleri ileri sürerek hem İslam’a, hem de İslam’ın Peygamberine dil uzatmakta ve alay edebilmektedir. Bazıları ise Hz. Peygamber’in konumunu ve hadislerin nasıl okunması gerektiğini yeterince bilemediği için olmadık tevillerle, açıklamalarla savunmaya geçmekte, kendince bir şekilde izahlar getirmektedir. Kısaca kimileri acımasızca saldırırken, kimleri de amansızca savunmaya çalışmaktadır. Ancak itiraf etmeliyiz ki bu tür savunmacı açıklamaların çoğu, genç kuşakları tatmin ve ikna etmekten uzaktır.
Biz bu tebliğimizde önce teorik olarak sırasıyla tıp ile ilgili rivayetlerin kaynak değeri, dinî değeri, sıhhat değeri, bilgi değeri, kültürel değeri ve aktüel değeri üzerinde durduktan sonra, bu tür rivayetlerin nasıl anlaşılması gerektiğine dair bazı ilkeleri örneklerle ortaya koymaya çalışacağız.
- Rivayetlerin kaynak değeri:
Rivayetin referans değeri de diyebileceğimiz bu başlıkla şu üç hususu kast etmekteyiz:
- Rivayetin kaynağı kimdir? Bu kaynak, Hz. Peygamber olabileceği gibi, sahabe, tâbiîn ve sonraki nesiller de olabilir. Şüphesiz burada Hz. Peygamber’in sözü ile diğerlerinin sözleri, referans değeri açısından farklılık arz eder.
- Peygamber’e ait ise, bu sözün kaynağı nedir? Kur’an-ı Kerîm mi, vahy mi, Hz. Peygamber’in kişisel görüşü, sahip olduğu kültürü veya tecrübesi mi? Burada da kaynağın neliği, rivayetin değerini doğrudan etkileyecektir.
- Rivayet hangi kaynakta yer almaktadır? Bu kaynak, İslam alimleri tarafından muteber addedilen Buhârî ve Müslim’in Sahih’leri de olabilir, daha geç dönem telif edilen ve birçok problemli rivayeti içeren herhangi bir kitap da olabilir. Rivayetin muteber bir eserde yer alması, onun sahih olma ihtimalini artırıyor olsa da, asıl olan her bir rivayetin “zâtî değeri” Fakat burada ilke olarak en azından muteber kaynaklara başvurulmalıdır.
- Rivayetlerin dinî değeri:
Hz. Peygamber’den gelmesi itibariyle bu rivayetlerin dinî yönü de söz konusudur. Temizlik, sağlığın önemi, tedavi olma, zararlı şeylerden sakınma, hastalıkların bulaşıcılığı, karantina, koruyucu hekimlik, manevî tedavi vb. birçok hususta Hz. Peygamber’in tatbikatı ve talimatı elbette Müslümanlar için önem arz etmektedir. Hz. Peygamber’in bu konulardaki öğreti ve tavsiyelerinin birçoğu onun sünnetini oluşturduğu için, bu konularda Müslümanlar söz konusu ideal öğretiye uyarlar. Ancak aşağıda vereceğimiz örneklerde görüleceği üzere bu durum, tıp ile ilgili tüm rivayetler için genelleştirilemez. Dolayısıyla bir Peygamber olarak onun tıp ile ilgili örnek uygulamaları ve öğretilerinden oluşan Sünnetinin elbette dinî bir değeri vardır. Fakat bir beşer olarak ona isnad edilen çoğu kültürel rivayetler için dinî bir değerden söz edilemez.
- Rivayetlerin sıhhat değeri:
Bununla, ilgili rivayetin sıhhat ve sübûtunu kast etmekteyiz. Bir hadisin sahih ve sabit olması, onun şu muteber kaynakta yer almasından çok, hem isnad hem de metin açısından sahih olmasına bağlıdır. Sahih bir senedle geldiği halde metin ve muhteva açısından sahih olmayan rivayetlerimiz olduğu gibi bunun tam aksi de söz konusudur. Şüphesiz erken asırlarda hadis imamlarından her biri kendi değerlendirmelerine göre yüzbinlerce rivayet arasından belli seçkiler yapmışlardır. Onlar bu tasnifi yaparken ağırlıklı olarak kendilerine intikal eden bilgiyi nakleden (râvî)lerin güvenilir olup olmaması, birbirlerinden doğrudan nakledip nakletmemeleri gibi daha çok isnad tenkidi yöntemini uygulamışlardır. Bugün bizlere düşen ise, onların bu değerlendirmelerini dikkate almakla beraber, metin tenkidi ve muhteva tahlili gibi önemli yöntemleri de devreye sokmaktır. Bilhassa ilahiyatçı meslektaşlarımızın son dönemlerde yayınladıkları bu sahaya ilişkin çok başarılı çalışmaları bulunmaktadır. Çoğu metodik, problematik ve akademik olan bu çalışmalarda ulaşılan sonuçların mutlaka değerlendirilmesi gerekmektedir.
- Rivayetlerin bilgi değeri:
Rivayetin içeriğinin modern tıp açısından bilgi değeri nedir? Bir Müslüman, sahih bir rivayetteki veriyi mi kabul edecektir yoksa modern tıbbın verilerini mi? Hepimiz bilmekteyiz ki tıp ilmi de her gün gelişmekte, bazı verileri ve bulguları değişebilmekte, söz gelimi birkaç yıl önceki bir tespitin ardından, bugün tam tersi bir sonuca ulaşılabilmektedir. Dolayısıyla burada bizim kast ettiğimiz husus, modern tıp açısından artık kesinleşmiş olan, değişme ihtimali kalmayan bir konu ile bir rivayetin içeriğinin çelişmesi durumudur. Rivayet ile tıbbın çatıştığı konularda, tıp ile ilgili rivayetleri nasıl okumalıyız? Bu hususu az sonra örnekler verirken vuzuha kavuşturacağız.
- Rivayetlerin kültürel değeri:
Rivayet, bir beşer olarak Hz. Peygamber’in içinde yaşadığı Arap kültürünün bir yansıması olabilir. İster ilkel toplumlarda olsun, isterse çeşitli medeniyetlerde olsun her zaman ve mekanda nasıl belli bir tıbbî tecrübe ve kültür var ise, bu durum Hz. Peygamber için de fazlasıyla söz konusudur. Dolayısıyla rivayetlerde gelen birçok tıbbî malumatın aslında Arap ve Hicaz kültürüne ait olduğunu bilmemiz gerekecektir. En azından rivayetler bize Arap tıp kültür ve tarihine dair birçok veriyi sunmaktadır. Hz. Peygamber’in de bu kültürden beslenmesi, ondan yararlanması ve başkalarına da bildiklerini, öğrendiklerini tavsiye etmesi gayet tabiî bir durumdur. Meseleye bu zaviyeden bakıldığında rivayette yer alan bir bilginin “dinî bir bilgi” olarak değil de “kültürel ve beşerî bir bilgi” olarak okunması halinde bazı problemler daha kolay çözülebilecektir. Netice itibarıyla bu tür rivayetler bizlere en azından Hz. Peygamber zamanındaki tıp kültürünü aktarmaktadır.
- Rivayetlerin aktüel değeri:
Aslında hadis ve rivayetler, İslam’ın ilk asrından beri daima gündemi meşgul etmiştir. Rivayetlerden hareketle, gerek geçmişte gerekse günümüzde çok hararetli tartışmalar yaşanmıştır. Konumuz olan tıp ile ilgili rivayetler de bu tartışmalardan nasibini almıştır. Sadece son yıllarda yapılan tartışmalara bakıldığında, problemin temelinde hep rivayetler olagelmiştir. Bu hem art niyetle saldıranlar hem de samimiyetle savunanlar açısından böyledir. Sanal alemdeki polemikler, çeşitli internet sayfalarındaki sorular-cevaplar, yorumlar, itirazlar konunun ne kadar aktüel olduğunu göstermeye yeterlidir. “İ’câzu’l-Ilmî” adıyla düzenlenen birçok sempozyum ve bilimsel toplantılarda çeşitli rivayetlere dayanarak nebevî mucizeleri ortaya koyma gayreti içinde olanlarda da; ateist, din düşmanı vb. çeşitli kesimlerden saldıranlarda da genellikle rivayetlerden hareket etmektedirler. Birinci kesim bu gayretleriyle insanların ilgisini İslam’a çekmeye çalışırken, ikinci kesim bunun tam tersini yaparak Müslüman gençleri İslam’dan ve Hz. Peygamber’den soğutmaktadır. Dolayısıyla konu bilimsel ve kültürel olduğu kadar aktüel olma özelliğini de sürdürmektedir.
Tıp ile ilgili rivayetleri nasıl değerlendirmeliyiz?
Burada biz, konuyu problematik ve metodik düşündüğümüz için tedavi olma, koruyucu hekimlik vb. tartışma konusu olmayan hususlara değinmeyeceğiz. Nebevî öğretilerin tıp alanına yansımaları olan bu konular, on dört asır öncesinde Allah Rasûlü’nün hikmetli yönlendirmesi açısından iftihar ettiğimiz alanlardır. Ancak bugün için problem oluşturan ve tartışılan bazı konuları ve çözüm önerilerini göstermek adına ilgili rivayetlerin nasıl anlaşılması gerektiğini sizlerle paylaşmak istiyorum.
Tıp İle İlgili Rivayetlerin Anlaşılmasında Bazı İlkeler
Günümüzde rivayetlerin doğru bir şekilde anlaşılması ve yorumlanması hakkında çeşitli ilim adamlarınca yeni yaklaşımlar sergilenmiş ve yöntem çalışmaları yapılmıştır. Bu çalışmalarda belirtilen başlıca ilkeleri şöyle sıralayabiliriz:
- Bir konudaki bütün rivayetler toplanmalı ve birlikte değerlendirilmelidir
Embriyonun ana rahminde gelişimiyle ilgili rivayetler buna güzel bir örnektir. Asırlardır alimlerimiz ceninin oluşumundaki nutfe, alaka ve mudğa aşamalarını 40+40+40=120 gün şeklinde anlatan İbn Mes’ûd rivayetini[4] alıp, diğerlerini göz ardı etmişlerdir. Yakın zamanlara dek 120 günden önce çocuk düşürmeye veya kürtaja cevaz veren fetvaların ardında bu versiyonu tercih etmeleri yatmaktadır. Oysa 40, 42 ve 45 gün rivayetleri[5] olduğu gibi hiç rakam vermeyen rivayetler de mevcuttur.[6]
Bugün modern tıp bilimi sayesinde bir spermin yumurtayla buluşması, döllenme, emriyo ve sonraki aşamalar saniye saniye tespit edilmekte ve her birinin ne kadar süre aldığı kesin biçimde tespit edilmektedir. İlk rivayette belirtildiği gibi bu sürenin 120 günü bulması asla söz konusu değildir. 40, 42 ve 45 gün rivayetleri ise ilk üç aşama için kısmen uygunluk arz etmektedir. Ancak burada da embriyoya şekil verilmesi; işitme, görme, deri, et ve kemiklerin verilmesi vb. hususların her biri aynı süre içinde gerçekleşmez.
Konuyla ilgili hadislerin metinlerinde birbiri ile çelişen farklı ifadelerin bulunmasından hareketle Karaman’a göre, ilk raviler veya onlardan alanlar yanılmış, olduğu gibi nakletmekte hataya düşmüşlerdir. Aksi halde tutarsızlıklar ve gerçeğe uymayan açıklamalar Hz. Peygamber’e atfedilmiş olur ki, bunun kabulü mümkün değildir. Çocuğun rahimde geçen hayatının safhaları Kur’an’da[7] ve hadislerde dıştan bakan birinin göreceği görüntüye göre açıklanmış, bundan insanların ibret almaları, Allah Tealâ’nın varlık, birlik, irade ve kudretini anlamak için bu eserini de delil olarak kullanmaları istenmiştir[8].
Bu hususta bizim tercihimiz, hem Kur’an’a hem de modern tıp verilerine uyum arz ettiği için her hangi bir gün vermeyen sadece üç aşamayı sıralamakla yetinen Enes b. Mâlik rivayetleridir.[9]
- Rivayet, Kur’an ışığında anlaşılmalı, Kur’an’ın açık bir ayetine aykırı olmamalıdır
Sığırların sütü, yağı ve eti ile ilgili nakledilen şu rivayet buna güzel bir örnektir:
“Size sığırın sütü ve yağını tavsiye ederim; zira onun sütü deva, yağı da şifâdır. Fakat etinden sakının; çünkü onun eti hastalıktır (hastalık üretir).”[10]
Bu rivayet, sığır cinsini kurbanlıklar arasında zikreden birçok ayete[11] aykırı olduğu gibi, bizzat ailesi adına sığır kurban kesmesinden dolayı sünnete de aykırıdır. Zira Yüce Allah’ın eti hastalıklı olan bir hayvanı kurbanlar arasında sayması makul değildir.
- Çelişkili gözüken rivayetler uzlaştırılmalı ya da biri tercih edilmelidir
Rivayetlerde görülen en önemli bir problem de birbirleriyle çelişmeleridir. Şayet bu rivayetler arasında cem, telif, nesh durumu vb. yollardan biriyle uzlaştırma imkânı varsa uzlaştırılır. Aksi takdirde ileride belki bir çözüm yolu bulunur beklentisi içindeki hadisçilerin temkinli yaklaşımı gereği tevakkuf edilir. Ancak burada tıp vb. zaman içerisinde gelişmeye veya keşfe açık olan hususların dışında kalan inanç, ibadet ve ahlâk vb. konularda bekleyip durmanın pek faydası olduğu kanaatinde değilim. Bu nedenledir ki çelişen rivayetlerden mana ve muhteva olarak daha güçlü ve makul olanın tercih edilmesi uygun olacaktır. “Hastalığın bulaşıcılığı yoktur” şeklindeki rivayet ile Hz. Peygamber’in karantina uygulamasına dair uyarısı ve “Cüzzamlıdan, aslandan kaçar gibi kaçın!”, “Hastalıklı hayvanları, sağlıklı olanların yanına yaklaştırmayın” vb. uyarıları, bu konuda göstereceğimiz en uygun örnektir. Hadis şârihleri bu rivayetler arasını çeşitli tevillerle uzlaştırmaya çalışmışlardır. Ancak, bugün pek çok hastalığın bulaşıcı olduğu konusunda kimsenin tereddüdü yoktur. Şu halde bu konuda bulaşıcılığı vurgulayan rivayetlerin tercihi daha isabetli gözükmektedir.
- Rivayetlerin söyleniş sebepleri ve şartları dikkate alınmalıdır
Hadis kaynaklarımızda “Sirke ne güzel bir katıktır!” şeklinde bir rivayet bulunmaktadır. Sirke, salata, turşu vb. bazı yiyecekler için iyi bir katkı maddesi olsa da, herhangi bir öğün yemeğinde kullanılan bir katık değildir. Oysa diğer rivayetlere baktığımızda bu rivayetin şöyle bir bağlamda söylendiğini görürüz: Hz. Peygamber, bir gün elinden tutup evine götürdüğü küçük Câbir’e bir şeyler ikram etmek istemiş, ev halkı da bir parça ekmek sunmuşlardı. Ailesine “Ekmeğin yanında katık olarak başka bir şey yok mu?” diye sorduğunda, “Sadece biraz sirke var” denilmesi üzerine: “Getirin onu, sirke ne güzel bir katıktır!” buyurmuştu.[12] Rivayetin bağlamı, Hz. Peygamber’in içinde bulunduğu olumsuz ekonomik şartları, onun kanaat ve tevazuunu ortaya koymaktadır.
- Rivayetlerdeki değişken vâsıta ile sâbit hedef yani araç ile amaç ayırt edilmelidir
Buna dair en güzel örnek misvak kullanımıdır. Rivayetlerde hep “sivâk” yani dişleri temizlemeden söz edilmiştir. Arapça’da “Misvâk” kelimesi “diş temizleme âleti” demektir. Hicaz bölgesinde yaygın olan Erâk ağacı dalının kullanılması, ağız sağlığı ve dişlerin temizlenmesinde-korunmasında araç mıdır yoksa amaç mıdır? Misvağın, Hz. Peygamber döneminde bulunan en kolay ve etkili bir temizlik aracı olduğunda şüphe yoktur. Fakat günümüzde söz konusu amacı gerçekleştiren daha kullanışlı ve ideal araçlar varsa, onların kullanılması elbette aynı hedefi daha sağlıklı bir şekilde gerçekleştirecektir.
- Rivayetteki hakikat ile mecaz ayırt edilmeli, dil ve üslûba dikkat edilmelidir
Bir rivayette “Humma (sıtma) hastalığı, cehennem ateşindendir, onu su ile soğutunuz” buyrulmuştur.[13] Allah Rasûlü bu sözüyle, sıtmanın ne kadar aşırı bir ateşe neden olduğunu “cehennem ateşine” benzeterek çarpıcı bir biçimde ifade etmiştir. Bugün biz de aşırı sıcakları “cehennem sıcağı” gibi mecazî ifadelerle nitelendirmekteyiz. Yoksa literal bir anlama ile sıtma ateşinin gerçekten cehennem ateşinden bir parça olduğunu söyleyemeyiz.
- Peygamber’in hangi sıfatla söyleyip uyguladığı belirlenmelidir
Bir başka husus da, Hz. Peygamber’in neyi, hangi sıfatıyla yaptığının dikkate alınmasıdır. Hz. Peygamber, belli bir eylemi, beşer, lider ve peygamber sıfatlarından herhangi birisiyle yapmıştır. Mesela, çölde yaşayan herkesin ihtiyaç duyduğu üzere güneş ve çöl kumundan korunmak için sarık sarması, ince beyaz entari giymesi, elleriyle yemesi, iki öğün yemesi, kendi kültüründeki hacamat vb. tedavi yöntemlerini uygulaması, sırf Hicaz bölgesinde yaşayan, oranın iklimi, coğrafi ve ekonomik şartları veya örf-âdetleri gereği ya da tamamen kişisel tercihleri sebebiyle yaptığı davranışlar, beşer sıfatıyla gerçekleştirilmiştir. Bu tür uygulamaları, inanç, ibadet, ahkâm ve ahlâk gibi doğrudan nübüvvet yönüyle ilgili olan tasarruflardan farklı değerlendirilmelidir.
- Rivayetlerin sosyo-kültürel bağlamı dikkate alınmalıdır
Tıp ile ilgili rivayetlerden birinde şöyle bir tedavi önerilmektedir: “Siyatiğin tedavisi, yaşlı çöl koyununun kuyruğundadır. Kuyruk üç parçaya ayrılır, sonra her gün sade olarak biraz içilir.”[14]
Siyatik gibi dünyanın her yerinde görülen bir hastalığın sadece çöl koyunu kuyruğu ile tedavi edilmesi tartışılır bir niteliktedir. Konunun, sosyo-kültürel boyutuna dikkat çeken İbnu’l-Kayyim şöyle demektedir: “Bu, Araplar ile Hicaz ahalisi ve civar bölgelerde yaşayan, özellikle de çölde hayat süren bedevilere yönelik bir hitaptır. Zira kuruma ve bazen da kalın elastikî bir madde dolayısıyla zuhur eden bu hastalığın, bedevilerin hayat şartları dikkate alındığında, onlar için en faydalı ve geçerli tedavi yöntemi olduğu ortaya çıkar…”[15]
- Rivayetler, tarihî gerçekler ışığında değerlendirilmelidir
Hz. Âdem’in yaratılışı ile ilgili uzunca bir rivayetin sonunda şöyle denilmektedir: “Cennete her giren kimse altmış arşın boyunda ve Âdem’in suretinde olacaktır. Fakat Âdem’den sonra halk gittikçe kısalmış ve bu âna kadar (kısalarak) gelmiştir.”[16]
Rivayetin son cümlesi ciddi bir problem oluşturmaktadır. Nitekim İbn Hacer de bu problemi çözemediğini şu cümlelerle itiraf etmiştir. “Geçmiş ümmetlerden mesela Semûd kavminden kalma kalıntılardan, evlerinden onların boylarının yukarıdaki (tedrîcî) tertibi gerektirecek kadar çok uzun olmadığı anlaşılmaktadır. Halbuki bu insanlar, çok uzun süre önce yaşadılar. Bunlarla Âdem arasında geçen süre, bu gibi kavimlerle İslam’ın ilk dönemi arasında geçen süreden daha azdır. Dolayısıyla ben hala bu problemi çözebilmiş değilim.”[17]
Son yıllarda yapılan araştırmalar ve bulgular hadisteki ifadenin tam aksini söylemektedir: “Binlerce yıl önceki atalarımızla yapısal anlamda en önemli farklılıkların başında boy geliyor. Yüz bin yıl öncesindeki insanın boyuyla günümüzdeki insanın boyu arasında en az 30 cm.’lik fark var. Öyle görünüyor ki, her yeni neslin boyu bir öncekine göre biraz daha uzuyor. ABD’de yayınlanan bir rapora göre 1960’lara göre insan boy ortalamasında yaklaşık 2 cm.’lik artış var. Zaman içerisinde meydana gelen bu uzamanın nedeninin yalnızca rastlantısal bir gelişme ya da ortama uyum sağlamak olmadığı düşünülüyor. Gelişen toplumların yeme alışkanlıklarındaki değişiklikler, daha çok çeşitli gıdanın, sağlıklı ve bilinçli tüketilmesinin boy uzamasındaki önemli etkenlerden birisi olabileceği belirtiliyor. Yapısal özellikler, genlerin yapısındaki değişikliklerle, sonraki kuşaklara aktarılıyor. Bu nedenle kişinin boyunu belirleyen en önemli etken, genetik şifre…”[18]
- Rivayetler, kesinleşmiş bilimsel veriler ışığında değerlendirilmelidir
Kesinleşmiş bilimsel verilere aykırı rivayetlere örnek olarak da şunu verebiliriz:
“Her insanda üç yüz atmış eklem bulunmaktadır. Şu halde bir kimse Allah’ı tekbirle yüceltir, Allah’ı hamd ile över, “Lâ ilâhe illallâh, sübhânallâh” der, Allah’tan mağfiret diler, insanların yolları üzerindeki taş veya diken yahut kemik gibi şeyleri bir kenara atar yahut iyiliği emir veya kötülükten nehyeder ve bunların hepsi üç yüz altmışı bulursa o günü, cehennem ateşinden kurtarmış olarak tamamlamış olur.”[19]
Anatomi uzmanlarının ulaştıkları bilimsel verilere göre insan iskeletinde, doğumda yaklaşık 300 kadar, çocuklarda 222-223, normal ergin bir insan iskeletinde ise 206 kemik bulunmaktadır. Bu sayıya en küçük kemikler de dahildir. Yani 360 kemik ve buna ilaveten 360 eklem bulunduğu bilgisi bilimsel verilere uygun bir bilgi değildir. İnsan iskeletinde 360 kemik ya da eklem bulunduğunu belirten bu bilginin, İslâm öncesi kültürlerden alınmış olma ihtimali söz konusudur.[20]
Yapılan araştırmalar, bazı versiyonlarda geçen 360 rakâmînın ya isrâiliyyâttan alınma bir bilgi olduğunu ya da senenin, yuvarlak bir hesapla 360 gün olmasından hareketle her güne bir sadaka fikriyle kimi râvîler tarafından hadise eklenmiş olabileceği ihtimali üzerinde durmaktadır.[21]
Oysa hadisin bazı versiyonlarında 360 rakamı hiç zikredilmemiştir ve bu tercih edilmelidir:
“Her bir ekleminden dolayı insanlar, her gün sadaka vermelidir. İki kişinin arasını bulman/aralarında adâletle hükmetmen bir sadakadır. Bineğine binmek isteyene yardım ederek, onu bindirmen yahut eşyasını hayvana yükleyivermen bir sadakadır. Güzel söz bir sadakadır. Namaza giderken attığın her adım bir sadakadır. Yoldan rahatsızlık veren şeyleri kaldırıvermen bir sadakadır.”[22]
- Rivayetler, İslam’ın genel ilkeleri ışığında değerlendirilmelidir
Temel İslâmî öğretilere dayalı genel ilkeler (küllî kâideler) de bazı rivayetlerin değerlendirilmesinde geçerli bir kriterdir. Konuyla ilgili buna dair vereceğimiz örnek şudur:
“Doğan her çocuğa, doğarken mutlaka şeytan dokunur ve şeytanın ona dokunmasından dolayı çocuk feryat ederek ağlar. Bundan Meryem ile oğlu İsa müstesnadırlar…”[23]
İslam’ın mükellefiyet öğretisine göre, doğan her çocuk fıtrat üzere ve günahsız doğar. Birçok ayet ve hadiste belirtildiği üzere şeytanın görevi masumlarla uğraşmak değil, mükellef Müslümanları aldatmaktır. Dolayısıyla çocuk ile şeytanın; doğar doğmaz ağlama ile dürtmenin bir ilgisi olamaz. Bir yönüyle gaybî-dinî boyutu, diğer yönüyle tıbbî ve kültürel boyutu[24] olan bu bilgi, muteber kaynaklarımızda sahih bir sened ile yer almasına rağmen, sadece Ebû Hureyre’den nakledilen “garîb” bir rivayettir. İsnadı gibi, muhtevası da garip olan rivayetteki bebeğin ağlamsının tıp açısından oldukça makul bir izahı bulunmaktadır. Şöyle ki:
Uzmanların verdiği bilgilere göre, bebek doğduğu esnada ciğerlerini hızla hava ile doldururken aynı zamanda ciğerlerindeki sıvıyı da dışarı çıkartmak zorunda olduğu gibi, ciğerlerindeki kanın hacmini de artırmak zorundadır. Bu nedenledir ki yeni doğan bir bebeğin ağlaması, onun sağlıklı olduğunu gösteren en önemli kriterlerin başında gelir. Ağlaması, daracık karanlık rahimden aydınlık bir dünyaya çıkması, ani sıcaklık ve akciğerlerdeki basınç değişimi sebebiyledir. Bütün bunlardan dolayı her bebek yaratılışı gereği tepki verir ve akciğerlerindeki suyu ağlayarak atmaya çalışır. Aksi takdirde bebek solunumda zorluk çeker hatta ölme riskiyle karşı karşıya kalır. Aynı durum sezaryen ile gerçekleştirilen doğumlarda da söz konusudur.
Bu konuda İbnu’l-Kayyim, bebeğin ağlamasını, gizli ve açık olmak üzere iki sebebe bağlamaktadır. Ona göre gizli sebep, rivayette belirtildiği gibi şeytanın dürtmesidir. Açık sebep ise, bebeğin alışkın olduğu sıcak yerden, yabancı ve soğuk bir havaya çıkması ve yuvasından ayrılmasıdır.[25]
Şu halde yeni doğan bebeğin ağlaması, rivayette ifade edildiği gibi şeytânî bir durum değil, Rahmânî bir durum olup, Yaratıcı’nın Ademoğlu’na bahşettiği fıtratın bir gereğidir.
- Terğîb ve terhîb rivayetleri doğru anlaşılmalıdır
Tıp ile ilgili rivayetlerin birçoğunda çeşitli bitkiler ilaç olarak önerilmektedir. Mesela:
“Çörekotunda, ölüm hariç her derde devâ vardır.”[26]
Yapılan birçok çalışma, çörekotunun zengin bir içeriği olduğunu ve bazı hastalıklara karşı faydalarını ortaya koymaktadır. Yüce Allah’ın beşerin yararına ikram etmiş olduğu birçok bitkide benzer yararların bulunduğu herkesin malumudur. Burada söylemeye çalıştığımız şey, çörekotunun ne denli yararlı bir bitki olduğunu ifade eden bu rivayetin literal bir biçimde gerçekten “her derde devâ” olarak anlaşılması yanıltıcı olacaktır. Dolayısıyla bu rivayetten, ölüm hariç her derde mucizevî bir deva olduğu değil, çörekotunun oldukça faydalı bir bitki olduğu ve çeşitli hastalıkların tedavisinde dikkate alınması gerektiği anlaşılmalıdır.
- Rivayetlerdeki illet ve hikmetler doğru tespit edilmelidir
Rasûlullah (sav), kokusu kötü olan soğan, sarımsak ve pırasa gibi bazı yiyecekleri yememiştir. Bu tutum, bazı alimlerin iddia ettiği gibi onun şahsına haram olduğu için[27] değil, çeşitli illet ve hikmetlerden dolayıdır. Bunu rivayetlerin tümünü okuduğumuzda tespit edebilmekteyiz. Hz. Peygamber, Medine’ye hicret ettiğinde Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evinde kalmaktaydı. Bir gün pişirip ikram ettikleri bir yemeği, sarımsaktan dolayı yemediğini anlayınca, onun haram olup olmadığını soran Ebû Eyyûb’a Hz. Peygamber: “Hayır, ancak ben kokusundan dolayı ondan hoşlanmıyorum” diye cevap vermişti.[28] Başka bir rivayette ise Hz. Peygamber, sarımsak kokusunu alınca yemekten el çekmiş, bunu gören sahabe de ellerini çekmişlerdi. Hz. Peygamber onlara sebebini sorunca, onlar: “Senin el çektiğini görünce biz de el çektik” demişler, bunun üzerine o, “Siz Allah’ın ismiyle onu yiyin, zira ben sizin konuşmadığınız kimselerle konuşuyorum” buyurmuştu.[29]
Hz. Peygamber ashabını bu yiyeceklerin kokusundan dolayı uyarmış, bu tür yiyecekleri yiyenlerin mescide yaklaşmamalarını, hem insanları, hem de melekleri rahatsız etmemelerini salık vermiştir.[30] Hatta Hayber dönüşü böyle bir ikazını, bazı insanlar sarımsağın haram kılınması şeklinde algılayarak “Haram kılındı, haram kılındı!” demişler, bunu duyan Hz. Peygamber: “Ey insanlar! Allah’ın helal ettiği bir şeyi benim haram etmem söz konusu değildir. O, sadece kokusundan hoşlanmadığım bir bitkidir” buyurmuştur.[31]
Bütün bu rivayetlerden, sarımsak yasağının illet ve hikmetinin, kötü kokması ve Hz. Peygamber’in hoşlanmaması olduğu anlaşılmaktadır.
- Uydurma rivayetler, dikkate alınmamalı, onlarla amel edilmemelidir
Her ne sebeple olursa olsun, Hz. Peygamber adına uydurulduğu hadisçiler tarafından tespit edilen rivayetler derhal reddedilmelidir. Kültür tarihimizde, gerek tabiplerin, gerekse hekimlerin bazı teşhis ve önerileri rivayet haline getirilerek Hz. Peygamber’e izafe edilebilmiş ve halk arasında da yayılabilmiştir. Hatta hadis zannedildiği için, sünnete ittiba adına onlardan bazısı ile amel edilmiştir.
Buna son yıllarda ülkemizde yaygınlaşan bir uygulama olarak yemeğe tuz ile başlayıp, tuz ile bitirme ile ilgili uydurma rivayetleri örnek olarak verebiliriz.
“(Ey Ali!) Yemek yiyeceğin zaman, tuz ile başla, tuz ile bitir. Çünkü tuz, cinnet, cüzzâm, alaca, diş, boğaz ve karın ağrısı vb. yetmiş derde şifadır.”[32]
Sünnet sanılarak kimi çevrelerce halen uygulanan bu tuz kullanımının, ne denli zararlı olduğunu, lokantalardan bile kaldırılmak istendiğini artık bilmeyen yoktur.
Bu konuya ikinci bir örnek de şudur: Muaz b. Cebel, Hz. Peygamber’e cennetten her hangi bir yemek verilip verilmediğini sorunca: “Evet, bana herîse=helva/keşkek verildi. Onu yedim ve cinsel gücüm de, nikahım da kırk kat arttı” demiştir.[33]
Burada hatırlatmalıyım ki, bazı uydurma rivayetlerin tıp ve sağlık açısından isabetli olması da mümkündür. Bununla tıbbın bir önerisi olarak amel edilebilir ama hadis şeklinde uydurulduğu için o bilgi asla Hz. Peygamber’e izâfe edilemez.
Sonuç ve Değerlendirme
Oldukça zengin İslam ilim ve kültürümüzde yer alan en önemli alanlardan biri de tıp ile ilgili rivayetler ve bunlar üzerine oluşturulmuş literatürdür. İlk asırlardaki temel hadis kitaplarımızda “Kitâbu’t-tıbb” vb. başlıklar altında derlenen rivayetler, daha sonra müstakil kitaplarda bir araya getirilmiş ve “et-Tıbbu’n-nebevî” şeklinde anılmaya başlanmıştır. Birçok meslektaşımız gibi, ben de bu isimlendirmenin ilgili rivayetleri değerlendirmede avantaj değil, dezavantaj oluşturduğunu düşünmekteyim.
Bu kitaplara ve rivayetlerin içeriklerine baktığımızda, Câhiliyye ve Arap kültür ve tecrübesinden Hz. Peygamber dönemine intikal eden birçok tedavi yöntemleri, ilaçlar ve çeşitli tedbirlerin yanı sıra Hz. Peygamber ve sahabeden gelen birçok tıbbî bilgi yer almaktadır. Tedavinin teşvik edilmesi, koruyucu hekimlik, dua ve rukye şeklindeki manevî destek vb. nebevî öğretiler, ilgili edebiyat içerisinde son derece önem arz etmektedir.
Bu çalışmalarda aynı zamanda birçok tartışmalı konular ve problem oluşturan rivayetler de bulunmaktadır. Bilhassa içinde bulunduğumuz asırda tıbbın gelişmesi sonucunda, bazı rivayetlerin içeriği ile modern tıbbın verileri çelişki arz etmiş, bu ise söz konusu rivayetlerin yeniden değerlendirilmesi gereğini ortaya çıkarmıştır. Bu noktada rivayetlerin sıhhat ve sübutu kadar, muhtevalarının ne şekilde anlaşılması ve yorumlanması da tartışılmaya başlanmıştır.
Tartışmaların odağında ise Hz. Peygamber’in konumu vardır. Onun tıp ile ilgili bu bilgileri, bir peygamber olarak mı yoksa on dört asır önce yaşamış bir insan olarak mı verdiği değerlendirilmektedir. Onun peygamberliğini esas alanlar, tıp ile ilgili rivayetlerin de vahy mahsulü olduğunu savunmakta ve bu rivayetlerden mucize veya mucizevî tedaviler beklemektedirler. Nitekim son yıllarda yapılan “el-i’câzu’l-ılmî” çalışmalarında birçok rivayet yeniden değerlendirilmiştir.
Hz. Peygamber’in beşerî yönünü öne çıkartan yaklaşımlarda ise rivayetlerdeki kültür ve tecrübe boyutu üzerinde durulmaktadır. Asırlar evvel İbnu’l-Kayyim ve İbn Haldûn gibi büyük İslam alimlerinin de vurguladığı bu cihet, son dönem akademik çalışmalarda daha fazla destek görmüştür.
Öyle anlaşılmaktadır ki, bu konulardaki tartışmalar, daha uzun yıllar devam edecektir. Rivayetleri okumada, anlamada ve yorumlamada geçmişte de günümüzde de ifrat ve tefrit görülmektedir. Burada vurgulamalıyım ki, başta İbnu’l-Kayyim’in değerli eserlerinde ortaya koyduğu yorumlar ve tespitler, gerçekten asırlarını aşan nice detaylı bilgileri içermektedir. İslamî ilimlerde çok velut bir alimimizin tıp ile ilgili bu denli başarılı eserler ortaya koyması her türlü takdirim üzerindedir. Ancak İbnu’l-Kayyim de dahil olmak üzere klasik kitaplarımızda bunca önemli bilgilerin yanı sıra hayli zorlama yorumlar da bulunmaktadır. Elbette burada her alimin kendi zaman ve mekanının, sahip olduğu bilgi ve birikimin rolü vardır. Şüphesiz bu alimlerimiz kendi dönemlerinin doğrularını aktarmaya gayret etmişler ve üzerlerine düşen görevi yerine getirmişlerdir.
Pozitif bilimlerin çok geliştiği modern zamanlarda tıp ile ilgili rivayetlerin doğru okunmasında bizlere büyük sorumluluk düşmektedir. Bu noktada her şeyden evvel ilahiyatçılarla tıpçıların ortak çalışmalar yapması elzemdir. Fakat problem, böyle bir işbirliğiyle çözülebilecek kadar basit ve kolay değildir. Zira bu ve benzer konulardaki problemleri çözebilmek için, Hz. Peygamber’in konumu, tasarrufları, dinî ve gayr-i dinî konulardaki bilgisi, nakledilen rivayetleri metodik bir şekilde okuma, anlama ve yorumlamada önce ilahiyatçıların belli bir fikir birliği içerisine girmeleri gerekmektedir. İdeal olmakla birlikte bunu başarmanın da ne kadar zor olduğu ehlince malumdur. Geleneği adeta kutsarcasına savunan bakış açısıyla, modern zamanların problemlerini ciddiye alarak zamanın insanlarına bir çözüm yolu bulmak isteyen yenilikçi yaklaşımın belli bir vasatta buluşması şimdilik uzaklarda gözükmektedir.
Benzer bir ikilem tıp uzmanları için de söz konusudur. Dindar, muhafazakâr bazı uzmanların rivayet ilmi ve kültürünün oluşumu ve gelişimi hakkında yeterli bilgi ve donanıma sahip olmamaları, onları bu konuda genellikle aşırı iyimser ve savunmacı tespit ve yorumlara sevk etmektedir. Dolayısıyla bu konuda önerimiz mümkün mertebe tarafsız alan uzmanlarından yararlanma cihetine gidilmesidir.
Kanaatimiz odur ki, bu problemlerin çözümünde yapılması gereken şey, alan uzmanlarıyla ilahiyatçılardan oluşan geniş katılımlı komisyonların birlikte uzun soluklu çalışmalar yapmaları ve ortak sonuçlara ulaşmaları olacaktır. Böylesine önemli bir alanda geçmiş mirasımızı iyi değerlendirecek ve onu gelecek kuşaklara sunacak bilimsel faaliyetlerin gerçekleştirilmesinde şüphesiz Sağlık Bakanlığı’na ve değerli yetkililerine de büyük görev ve sorumluluk düşmektedir. Netice itibarıyla böylesi tartışmalı konuları serinkanlılıkla inceleyecek ve gelecek kuşakları doğru bilgilerle aydınlatacak tüm genç ilim adamlarını ve araştırmacıları şimdiden kutluyor, kendilerine başarılar diliyorum.
Bibliyografya
[1] Bu bildiri, 7-10 Ekim 2015 tarihleri arasında düzenlenmiş olan Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevî) Kongresinde sunulmuştur.
[2] Tekineş Ayhan, Tıbbu’n-nebevî, DİA, 41. 85.
[3] İsrâ, 17/93-94.
[4] Buhârî, Bed’u’l-Halk, 6; Enbiya, 2; Muslim, Kader, 1.
[5] Muslim, Kader, 1.
[6] Tayâlîsî, Musned, s. 276; Muslim, Kader, 1; Buhârî, 6, Hayz, 17; Enbiya, 2, Kader, 1.
[7] Mü’minûn, 23/14.
[8] Karaman, Hayrettin, Hayatımızdaki İslam I, İz Yayıncılık, İstanbul 2003, s. 82.
[9] Bkz: Tayâlîsî, Musned, s. 276; Muslim, Kader, 1; Buhârî, 6, Hayz, 17; Enbiya, 2, Kader, 1.
[10] Hâkim, Müstedrek, IV. 448. Zehebî, Telhîs’inde, İbn HIbbân’ın, ravîlerden Seyf b. Miskîn’i zayıf gördüğünü belirtir.
[11] Bkz: Bakara, 2/67-73; Âl-i İmrân, 3/14; Mâide, 5/1; En’âm, 6/136, 138; Nahl, 16/5; Hac, 22/28-34; Mü’minûn, 23/21.
[12] Ahmed b. Hanbel, XIII. 430.
[13] Buhârî, Tıb 28; Müslim, Selam 78’de Abdullah b. Ömer’den; Buhârî, Bed’u’l-Halk 10, Tıb 28; Müslim, Selam 81’de Âişe’den; Buhârî, Tıb 28; Müslim, Selam 84’de Râfi’ b. Hadîc’den; Buhârî, Tıb 28; Müslim, Selam 82’de Esmâ’ binti Ebi Bekr’den muttefekun aleyhtir. Yine Buhârî, Bed’u’l–Halk 10’de ise bu hadisi Abdullah b. Abbâs’dan rivayet etmiştir. Bkz. Sahîhu’l-Câmiu’s-Sağîr, (3191); el-Lü’lüü ve’l-Mercân, (1424, 1426)
[14] İbn Mâce, Tıp, 14.
[15] İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd. IV. 71-72.
[16] Hemmâm, Sahîfe, no: 59; Abdurrazzâk, Musannef, X. 384; Buhârî, İsti’zan, 1, Enbiyâ, 1; Muslim, Cennet, 28; Ahmed b. Hanbel, Musned, II. 315.
[17] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VI. 367.
[18] Şenel, Ferda, Bilim ve Teknik Dergisi Kasım-2005’ten naklen http://www.denizce.com/uzunboy.asp
[19] Muslim, Zekât, 54.
[20] Nitekim antik kültürlerin İslâm’a geçmesine kaynaklık etmiş olanlardan Vehb b. Munebbih insan anotomisini edebî bir üslupla şöyle anlatmıştır: “Allah, Âdem’i yarattığı zaman… onun aklını beyninde, sevincini böbreklerinde, öfke ve acımasını karaciğerinde, heves ve nefesini akciğerinde, gülmesini dalağında, mutluluk ve hüznünü yüzünde, sıkıntılarını göğsünde, şehvetini cinsel organında, gelecek neslini sırt omurgasında, gücünü menisinde yarattı… Onda 360 eklem, 360 kemik, 360 sakin damar, 360 coşkun damar yarattı…” (İbn Habîb, Abdulmelik el-Endelüsî; et-Tıbbu’n-Nebevî , Şerh ve thk. Muhammed Ali el-Bâr, Beyrut, 1413/1993. s. 30-31)
[21] Bkz: Osman Oruçhan, Hadis ve Bilim, s. 289, 293.
[22] Buhârî, Cihad, 72, 128, Sulh, 11 Muslim, Zekât, 56; Ahmed b. Hanbel, Musned, II. 316.
[23] Buhari, Tefsir, (Âl-i İmran) 2; Ehadisü’l-Enbiya, 44; Müslim, Fadâil, 146; Ahmed b. Hanbel, II, 234, 273; Humeydî, Müsned, II. 233; İbn Ebî Şeybe, Musannef, VI. 288.
[24] Rivayetin, Câhiliyye veya Ehl-i Kitap (İsrâiliyyât) kültürünün bir yansıması olup olmadığı ayrıca araştırılmalıdır.
[25] İbnu’l-Kayyim, et-Tıbyân fî Aksâmi’l-Kur’ân, s. 359-360.
[26] Buharî, Tıb 7; Müslim, Selam 88.
[27] Bkz: Ebû Şâme, Muhakkak s. 54; Suyûtî, Hasâis, II. 234;
[28] Muslim, Eşribe 170-1, II. 1623-4.
[29] Ibn Sa’d, I. 395.; Buhârî, Ezan 160, I. 208.; Muslim, Mesacid 73, I. 394-5.; Tirmizî, Et’ıme 14, no: 1810, IV. 262.
[30] Ibn Ebî Şeybe, V. 136, no: 24479, 24483, 24485; Buhârî, Ezân 160, I. 207-8; Muslim, Mesâcid 68-76, I. 393-5; Ebû Dâvûd, Et’ıme 41, no: 3822-5, IV. 170-2; Tirmizî, Et’ıme 13, no: 1806, IV. 261.
[31] Muslim, Mesâcid 76, I. 395.
[32] Suyûtî, el-Leâliu’l-Masnûa, II. 312; İbnu’l-Cevzî, el-Mevdûât, II. 289;
[33] Ukayli, Duafa, IV. 44-5. Aynı yerde, helva yiyerek, Hz. Peygamber’in gece ibadetinde sırtının güçlendiğine dair rivayetler yer almaktadır. İbnu’l-Kayyim, Menâr, s. 64, no: 111; İbn Himmât, et-Tenkît ve’l-İfade fi Tahrîci Ehâdis-i Hâtimeti Sifru’s-Saâde, tah. Ahmed el-Bezre, s. 137-9. Beyrut-1987. “Cebrail’e cinsel gücümün zayıflığından şikayet ettim de bana helvayı gösterdi.” Bkz: Aliyyu’l-Kari, s. 131-2, no: 59.