Peygamberliğin ilk yıllarıydı. Kutlu Elçi, çevresindeki insanları İslam’a açıkça davet etmeye başlamıştı. Risalet görevinin verdiği sorumluluk ile her fırsatı değerlendirmeye çalışıyordu. Gece-gündüz demeden kendisini dinleyen herkese Allah’ın gönderdiği mesajları anlatıyordu. Putlara tapan halkı, bir olan Allah’ı tanımaya çağırıyordu.

İşte o günlerden birinde Mekke’nin ileri gelen müşriklerinden biriyle konuşmaktaydı. İslam hakkındaki sohbet hayli koyulaşmıştı. Tam o esnada âmâ sahabilerden Abdullah b. Ümmü Mektûm kendisini irşad etmesi için seslenerek çıkageldi. “Beni aydınlat ey Allah’ın Rasulü!” diyordu. Onun zamansız gelişini gören İslam Peygamberi, ondan yüz çevirip konuştuğu şahsa dönüyor ve “Söylediklerimde herhangi bir sakınca görüyor musun?” diye soruyordu. Adam “hayır” diyordu. İşte belki de Peygamberimizin tam ümitlendiği bu esnada Yüce Allah şu ayetlerle araya giriyordu:

“(Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve çeviriverdi! Sen nereden biliyorsun, belki o temizlenecek yahut öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek! Kendini muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun! Oysa sen onun temizlenip arınmasından sorumlu değilsin! Fakat koşarak ve (Allah’tan) korkarak sana gelenle  ilgilenmiyorsun! Hayır! Şüphesiz bunlar (âyetler), değerli ve güvenilir kâtiplerin elleriyle (yazılıp) tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahifelerde (yazılı) bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır.” (T3331, Tirmizi,Tefsîru’l-Kur’ân, 80; Abese, 80/1-16)

Rahmet Elçisi’nin bütün arzusu, Mekke’nin ileri gelenlerinden olan Utbe b. Rabîa’yı (Taberî, Tefsîr, XXX. XXX) kazanmaktı. Şayet onu kazanabilirse, belki de bütün kabilesi İslam’a girecekti. Belli bir kıvama gelen sohbetin kesilmesini istemiyordu. İbn Ümmü Mektûm’a biraz sonra da dönebilir, sorularına cevap verebilirdi. Onun zamansız gelişi, Rahmet Elçisi’nin sadece beden diliyle dışa yansımıştı. Hatta O’nun yüzünü çevirdiğini İbn Ümmü Mektûm hissetmemişti bile. Fakat herşeyi gören ve işiten Yüce Allah, Rahmet Elçisi’nin bu tavrını eleştiren birkaç ayetle başlayan Abese Suresi’ni indiriverdi. Şüphesiz Yüce Allah, Rasulü’nün niyetini çok iyi bilmekteydi. Fakat Allah’ın dinine davet adına da olsa, Müslüman bir âmâdan yüz çevirilip, müşrik birine iltifat edilmesine müdahale etti. Zira o bir âmâ idi, gözleri kapalıydı ama gönlü açıktı. Arınmaya, korunmaya, öğrenmeye, öğüt almaya gelmişti ve beden diliyle de olsa yüz çevirilmemeliydi…

Rahmet Elçisi, gelen bu mesajlardan payına düşeni alacaktı. Uyarılmasına sebep olan bu gönül insanını daha yakından tanıyacak ve bir ömür boyu ona hak ettiği değeri verecekti. Hicretten önce onu genç sahabî Mus’ab b. Umeyr ile birlikte Medine’deki Müslümanlara Kur’an öğretmek üzere görevlendirdi.[2] Hicret sonrasında ise Bilal-i Habeşi ile birlikte Mescid-i Nebevî’de uzun yıllar müezzinlik görevini yaptı.

Bu âmâ sahabî, diğer bir konuyla ilgili olarak başka bir âyetin inmesine vesile oldu. Allah Rasulü’ne vahy katipliği yapan Zeyd b. Sâbit anlatıyor:

Allah Rasulü “Müminlerden (cihada katılmayıp) oturanlarla malları ve canları ile Allah yolunda cihat edenler bir olmaz” âyetini (Nisa 4/95) yazdırmak istemişti. Tam bana yazdırdığı sırada yanına İbn Ümmü Mektûm çıkageldi ve:

– “Ey Allah’ın Rasulü! Vallahi cihada gücüm yetseydi, seninle birlikte mutlaka ben de savaşırdım! Benim gözlerim görmüyor, benim hakkımda ne buyurursun (ben ne yapacam?)” dedi. Bu soru üzerine Allah tekrar vahyetti ve ayetin devamına “ğayra uli’d-darar” “özür sahipleri hariç” kısmını indirdi. (B4592, Buhârî, Tefsîr 4/18; T3031, Tirmizi,Tefsîr, 4)

İlginçtir, özürlülerin savaştan muaf olduğunu ifade eden bu kısmın inmesine sebep olmasına rağmen şehadet arzusuyla yanıp tutuşan İbn Ümmü Mektûm, Kâdisiyye Savaşına katılmaktan geri kalmamış hatta sancaktarlık yaptığı bu savaşta şehid olmuştu.[3]

Abese Suresi’nin inişinden sonra Hz. Peygamber ile aralarında gelişen samimi ilişkiler ona daha büyük görevlerin verilmesini de sağlamıştı. Gözüyle değil, gönlüyle gören bu yüce sahabi, tam 13 defa Hz. Peygamber’e vekalet etmişti. Rasul-i Ekrem, Ebvâ, Buvât, Zu’l-Uşeyre, Suveyk, Gatafân, Uhud, Necrân, Zâtu’r-Rikâ’ vb. seferlere/savaşlara giderken, Medine’de yerine onu vekil bırakmış, Peygamber Mescidi’nde namazları o kıldırmıştır. Peygamberimizin aynı zamanda Medine’de toplumun lideri ve devlet başkanı olduğunu dikkate alırsak, O’nun bu âmâ dostuna ne kadar önem verdiği daha kolay anlaşılır. Allah Rasulü bu vekaleti ona vermekle, engellilerin gerektiğinde en üst düzey görevlerde dahi istihdam edilebileceğini de göstermiş oldu.

Gerek hakkında inen âyetler, gerekse kendisine verilen görevler, onun son derece  mutemet bir şahsiyet olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim ilk muhacirlerden olan Fatıma bint Kays’ı, kocası üç talakla boşadığında, Hz. Peygamber iddet müddetini geçirmesi için onu amcasının oğlu olan İbn Ümmü Mektûm’un evine göndermişti.[4]

Aynı İbn Ümmü Mektûm evi ile mescidi arasında hurmalıkların ve ağaçların olduğunu ve her zaman kendisini götürecek birilerinin bulunmadığını söyleyerek, Peygamberimizden evinde namaz kılma izni istemişti. Hz. Peygamber ezanı işitip işitmediğini sorduğunda “evet” demesi üzerine “Öyleyse gel!” buyurmuştu. (D552, D553, Ebû Dâvûd, Salât 46)

Bir başka âmâ sahâbî Itbân b. Mâlik anlatıyor: “Kabilem olan Sâlim Oğulları’na namaz kıldırmaktaydım. Onlarla benim evim arasında bir vadi bulunmaktaydı ve seller gediğinde onların mescidine geçmem zorlaşmaktaydı. Bir defasında Hz. Peygamber’e: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bazen karanlık veya sel oluyor ve ben göremeyen bir adamım. Evimin bir yerinde namaz kılsan da ben orayı mescit edinsem?” diye ricada bulundum. Hz. Peygamber de gelip gösterdiğim yerde iki rekat namaz kıldırdı…(B1186, Buhârî, Teheccüd 36)

Bu rivayette Hz. Peygamber’in, âmâ olan Itbân’ın davetine icabet ederek evine kadar gitmesi, gösterdiği yerde namaz kıldırması, ikram edilen yemeği yemesi, O’nun tevazuunu ve engellilere olan sıcak ilgisini göstermektedir. Hz. Peygamber’in Itbân’ın kendi evinde namaz kılmasına ve kıldırmasına izin verdiği halde, İbn Ümmü Mektûm’a izin vermemesi, evinin mescide ezanı ve ikâmeti işitecek kadar yakın olmasıyla açıklanmalıdır. Burada bir taraftan cemaatle namaz kılmanın önemine zımnen vurgu yapan Hz. Peygamber, diğer taraftan da İbn Ümmü Mektûm gibi yetenekli bir sahâbîsini, -mescide devamda zorluk çekse de- aralarında görmeyi arzulamış olmalıdır.

Allah Rasulü’nün âmâ olan ashabıyla ilişkileri ve onlara karşı ilgisi sadece bunlarla sınırlı değildi. Mekke fethedildiğinde, Hz. Ebû Bekir, yaşlı ve de âmâ olan babası Ebû Kuhâfe’yi sırtına yüklenerek Hz. Peygamber’in huzuruna getirmişti. Bu durumdan rahatsız olan Hz. Peygamber: “Bu ihtiyarı evde koysaydın da, onun yanına biz gitseydik ya?!” buyurarak Ebû Kuhâfe’ye olan saygısını ifade etmişti.[5]

Engelliler içinde belki de en zoru olan görme engelliliktir. Nitekim âmâ bir şair olan Hassân b. Sâbit’in durumuna işaretle, Hz. Aişe: “Ve eyyu azâbin eşeddu mine’l-amâ”=”Amâlıktan daha büyük hangi azap vardır?” demesi de bunu teyit eder.[6] Bundan dolayıdır ki görme engeli, birçok ayet ve hadislere konu olmuştur. Sözgelimi, Enes b. Mâlik’in Hz. Peygamber’den naklettiği kudsî bir hadise göre Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Ben kulumu –iki gözünü kastederek- iki sevgilisiyle imtahan ettiğimde o buna sabrederse, iki göze bedel olarak ona cenneti veririm.” (B5653, Buhari, Merdâ, 7; T2400, T2401, Tirmizi, Zühd, 57)

Allah Rasulü, kulların sabır ve şükür bakımından nasıl sınandıklarını verdiği alacalı, kel ve âmâ ile ilgili meşhur kıssa ile çok güzel bir biçimde ortaya koymaktadır.

Yüce Allah İsrail Oğulları’ndan, biri alacalı, biri âma ve biri kel üç kişiyi imtahan etmek ister. Herbirine melek göndererek onları iyileştirir ve en çok  istedikleri malların doğurgan olanlarından verir ve onları zengin eder. Yıllar sonra Melek herbirinin önceki suretine girerek Allah’ın kendilerine verdiği bu mallardan Allah için ister. Alacalı ile kel, bu malları miras yoluyla elde ettikleri yalanını savurarak birşey vermezler ve ikisi de eski haline döner. Amâ ise: “Ben bir âmâ idim. Allah bana görmemi geri verdi. Fakirdim, beni zengin etti. İstediğini al! Vallahi Allah için aldığın hiç birşeye karışmayacağım!” dedi. Bunun üzerine melek: “Malını elinde tut! Siz sadece imtahan edildiniz ve Allah senden razı oldu, diğer iki kardeşine ise kızdı” der.[7]

Hz. Peygamber’in engellilerle ilişkisi çerçevesinde, kaynaklarımızda bazı ilginç haberlere de rastlamaktayız:

Dârekutnî’nin naklettiğine göre, Hz. Peygamber birgün sabah namazını kıldırırken, âmâ bir şahıs mescide gelmiş ve Hz. Peygamber’in namaz kıldığı yerin yakınlarında bulunan bir çukura düşmüştü. Bunu gören bazı sahâbîler namaz içinde gülmüşlerdi. Namaz bitince Hz. Peygamber, gülenlerin hem abdesti, hem de namazı iade etmelerini istedi.[8]

Kur’an-ı Kerim’deki birçok âyette olduğu üzere, “kör, sağır ve dilsiz” gibi bazı nitelemeler,[9] mecâzî olarak Hz. Peygamber tarafından da kullanılmıştır: “Bir şeyi (aşırı) sevmen, seni kör ve sağır eder!” hadisinde[10] olduğu gibi, ahir zamanda ortaya çıkacak bir fitne de “kör ve sağır” nitelemesiyle takdim edilmiştir.[11] Diğer taraftan Hz. Peygamber, âmâ olan bir sahâbîsinden söz ederken, onu “basîr” diye nitelemektedir. Câbir b. Abdullah’ın anlattığına göre birgün Hz. Peygamber “Haydi, Vâkıf Oğulları’ndaki şu ‘iyi gören’ (basîr) adama götürün beni!” buyurdu. Kasdettiği şahıs âmâ idi.”[12]

Zayıfların, düşkünlerin, fakir ve yoksulların gerçek dostu ve hâmisi olan Allah Rasûlü, engellilere yapılacak her türlü yardımın bir sadaka olduğunu söyler. Ebû Zer’den nakledilen bir hadise göre, Hz. Peygamber, doğan her gün için sadakaların verilmesi gereğinden söz eder. Sahabe, kendilerinin bu kadar mal varlıklarının bulunmadığını hatırlatınca sevgili peygamberimiz, sadakanın birçok çeşidinin bulunduğunu belirtir ve buna dair örnekler verir: “Amâya rehberlik etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde anlatman, ihtiyacı olanın hacetini tedarik etmesi için bildiğin yere delalet etmen, derman arayan dertliye yardım için koşuşturman, koluna girip güçsüze yardım etmen, konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade edivermen, bütün bunlar sadaka çeşitlerindendir…”[13]

Engellilere yapılacak bu tür yardımların sadaka olduğunu, diğer bir ifade ile Allah’a olan sadâkatin bir ifadesi olduğunu belirten Hz. Peygamber’in, herhangi bir âmâyı yoldan saptıranları, onu kasten yanlış yola yönlendirme sadakatsizliğini gösterenleri de lanetliler içerisinde sayması tabiî karşılanmalıdır.[14]

Cibril ile ilk karşılaşmasının ardından yaşadığı korku ve endişeler sonucu,[15] başından geçen bu ilk tecrübenin verdiği telaş ve heyecanla örtüsüne bürünen Hz Peygamber vefakâr eşine kendisine birşeyler olmasından korktuğunu söyleyince, Hz. Hatice onu “Hayır, Allah seni asla utandırmaz! Çünkü sen akraba ilişkilerini sürdürür, güçsüzü yüklenir, yoksulun ihtiyacını karşılar, misafiri ağırlar ve mazlum hak sahibine yardım edersin!” diyerek tesellî etmekteydi. [16] Hz. Hatice’nin bu veciz tanıtımındaki ikinci madde olan “Ve tahmilu’l-kelle” = “Güçsüzü yüklenirsin” ifadesindeki “el-kell”, kendi işini kendisi yapamayan, zayıf ve güçsüz olması hasebiyle insanlara muhtaç olan âciz kimse diye tarif edilmektedir. Burada sözü edilen “güçsüzler” tabirinin içerisine engelliler evveliyetle girmektedir. Buradan anlaşılmaktadır ki, Hz. Peygamber daha risalet öncesinde dahi zayıf, güçsüz ve âciz olan kimselere arka çıkmış, onların sıkıntılarını ve ihtiyaçlarını yüklenmiştir.

Hz. Peygamber’in engellilerle olan ilişkilerinin en güzel bir göstergesi, onları çeşitli kademelerde istihdam etmesinde ortaya çıkmaktadır. Rahmet Elçisi, onları asla başkalarına el açan birer dilenci olarak görmemiş, aksine çeşitli hizmetlerde kendilerinden yararlanma cihetine gitmişti. Örneğin, topal olmasına rağmen Muâz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak göndermişti. Engelli ve mazeretli olmalarına rağmen kendi istekleriyle asker olarak savaşa iştirak edenler vardı. Topal bir sahabî olan Amr b. el-Cemûh birgün Hz. Peygamber’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasulü! Ne dersin, eğer ben şehid oluncaya kadar Allah yolunda savaşırsam, cennette bu (topal) ayağım düzelmiş bir şekilde yürüyebilecek miyim?” diye sorunca Hz. Peygamber: “Evet” dedi. Bunun üzerine Amr, kardeşinin oğlu ve hizmetçileri Uhud Savaşı’nda birlikte savaştılar. Savaş esnasında onu gören Hz. Peygamber: “Ben sanki seni cennette bu ayağın iyileşmiş bir vaziyette yürürken görüyor gibiyim” buyurdu. Üçü de o savaşta şehid oldular ve Hz. Peygamber’in emriyle aynı kabre konuldular.[17] Amr b. el-Cemûh, Ensâr’ın nakiblerindendi ve topal olmasına rağmen ordunun önündeydi.[18] Amr’ın dört oğlu vardı ve Hz. Peygamber ile savaşlara katılıyorlardı. Babalarının topal olması sebebiyle Allah’ın kendisine verdiği ruhsatı kullanmasını telkin etmeye çalışıyorlardı. Amr ise Hz. Peygamber’e başvurarak, oğullarının kendisine engel olduklarını, şehit olmak istediğini söylüyordu. Neticede Uhud Savaşı’nda şehid oldu.[19]

Yüce Allah tarafından savaşa katılmama ruhsatı verilmesine rağmen (Feth, 48/17), biri âmâ, biri topal olan ve cennet arzusuyla tutuşan bu iki sahâbî, ruhsat yerine azîmeti tercih etmişler ve şehadet şerbetini içmişlerdi. Kendilerine verilen bu ruhsatı kullanan, zayıf bedenleri Medine’de kalan ama duaları ve gönülleriyle cephede olan hasta, güçsüz ve engelliler hakkında ise Hz. Peygamber bir savaşta  şöyle buyurmuştu: “Medine’de öyle insanlar kaldı ki, geçtiğimiz herbir dere ve tepede onlar da bizimle beraberdi. Onları mazeretleri alıkoydu.”[20]

Onların gerek bu vazifelerde görevlendirilmelerinde, gerek savaşlara katılmalarına izin verilmesinde ve gerekse mescide gidip-gelmelerinde güçlük olmasına rağmen Hz. Peygamber’in bu görme engelli sahâbîlerin cemaate devam etmelerini israrla istemesinde, kanaatimizce onların toplumdan tecrid edilmemeleri, yeteneklerine uygun alanlarda istihdam edilerek üretici bireyler olmaları, ideallerini gerçekleştirmelerine engel olmama ve onların kişiliklerini gerçekleştirmelerine yardımcı olma gibi hikmetli bir espiri yatmaktadır. Nitekim günümüzde de, pekçok engelli kardeşimizin arzu ettiği şey budur ve onlar, toplumun kendilerine acımlarından rahatsız olmaktadırlar. Birçoğu, çevresinin yardımlarıyla hayatını sürdüren bir tüketici olmayı değil, herşeye rağmen kendilerine verilen imkanlar nispetinde üretici olmayı tercih etmektedirler. Birincisinde çoğu zaman hayata küsme, kabuğuna çekilme ve psikolojik rahatsızlıklara maruz kalma sözkonusu iken; ikincisinde ise kendilerini daha mutlu ve umutlu hissetmektedirler. İşte Allah Rasûlü’nin tam da gerçekleştirmek istediği şey budur.

Sahâbe’den doğuştan âmâ olanların veya gözlerini hastalık ya da savaşta yaralanmalar sonucu sonradan kaybedenlerin sayısı hayli fazladır. Tespit edebildiğimiz âmâ sahâbîler arasında, Berâ b. Azib, Câbir b. Abdullah, Ka’b b. Mâlik[21], Ebû Sufyân, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ebî Evfâ, Abdullah b. Cahş,[22] Abbas b. Abdulmuttalib,[23] Mâlik b. Rabîa ile hanımlardan da Abdullah b. ez-Zubeyr’in annesi Esmâ[24] zikredilebilir.

Sahabeden engelli bir başka sahâbî de Imrân b. Huseyn’dir. Karnına su toplanmış ve uzun seneler süren bu hastalığa sabretmiştir. Rahatsızlığının  30 yıl devam ettiği, hatta bir ara karnı açılarak yağlarının alındığı bildirilmektedir. O kadar ki onun bu durumunu görmeye dayanamadığı için ziyaret edemediklerini dahi söyleyenler vardır.[25] Vefat etmeden önce kabrinin kare şeklinde kazılmasını vasiyet etmesinde bunun payı olsa gerektir.[26] Yine ağır ve iri vücuduyla Hz. Peygamber’in hanımı Sevde bint Zem’a[27] da bu katagoride değerlendirilebilir.

Dikkat çeken bir diğer husus da, engelliler hakkında birçok zayıf ve uydurma rivayetin çeşitli eserlerde yer almasıdır. “Özürlülerden sakının!” şeklindeki rivayet, Kur’an’a aykırı olduğu gibi,[28] “güçsüzü yüklenen”, engellilere yapılan her yardımı sadaka kabul eden Rasûl-i Ekrem’in sünnet, sîret ve hadislerine de ters düşmektedir.

“Allah, her kimin dünyada görmesini alırsa, onun gözlerinin cehennem ateşini görmemesi Allah üzerinde gerekli bir haktır.” [29] Muhtemelen engellileri teselli amaçlı olarak uydurulmuş olan bu rivayeti de, mükellefiyet anlayışıyla bağdaştırmak mümkün değildir. Daha önce naklettiğimiz sahih hadislerde geçtiği üzere, görme veya duyma yetisini yitirdiği halde sabredenlerin ecir alacaklarında şüphe yoktur. Hatta onların sağlıklı iken yaptıkları ecri alacaklarına dair hadisler de mevcuttur.[30] Fakat sadece bu duyuları yitirmenin, günahlar için mağfiret ve cehennemi görmeme hakkı olarak takdim edilmesi kabul edilemez.

Çeşitli eserlerde yer alan bir başka grup rivayette ise, Hz. Peygamber’in, kendisine müracaat eden birçok engelliyi mûcizevî bir şekilde iyileştirdiği anlatılmaktadır. Özellikle, Delâil, Şemâil ve Hasâis türü çalışmalarda bunlara benzer birçok rivayete rastlanmaktadır. Nakledilen bu haberlere göre, çeşitli savaşlarda gözüne ok isabet edip gözü çıkan, kör olan, kol veya ayakları kılıç darbesiyle kopan gaziler, düşüp ayağı kırılanlar Hz. Peygamberin okuması, üflemesi veya dokunması ile eski haline dönmüş, hatta daha da iyileleşmiştir.[31]

Kanaatimizce bu tür rivayetler, tıpkı Hz. İsa’nın “körü ve alacalıyı iyileştirdiği” gibi    (Âl-i Imrân, 3/49; Mâide, 5/110), Hz. Peygamber’in de çeşitli engellileri iyileştirdiğini ifade ederek, O’nun Hz. İsa’nın gösterdiği mucizelerin benzerini, hatta daha iyisini, daha büyüğünü gösterdiğini ispatlamayı amaçlamaktadır. Hz. İsa’nın bu mucizesinin iki âyette açıkça zikredilmesine karşın, Hz. Peygamber’in böyle bir mucizesinden Kur’an’da bahsedilmemiş olması bir tarafa; birçok engelli sahâbînin neden aynı yöntemle iyileştirilmediği merak konusudur. Dolayısıyla bu tür rivayetlere ihtiyatla yaklaşılmasından yanayız.

Engelliler, tarihin her döneminde toplumların gözardı edemeyecekleri bir kesitini oluşturmuşlardır. Aynı durum yaşadığımız modern çağ için de geçerlidir. Genel olarak bütün dünyada, özelde ise ülkemizde nüfusun önemli bir oranı engellidir. Geçmişte salgın hastalık ve savaşların etkisiyle artan bu oran, günümüzde ise çeşitli tedbirsizlikler, iş, tıp ve trafik kazaları vb. değişik sebeplerle had safhaya ulaşmıştır. Özellikle az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerdeki engelli nüfus oranının, gelişmiş ülkelerden kat kat fazla olması gerçeği, ister istemez -ülkemizde ve Japonya’da yaşanan şiddetli depremlerin sonuçlarının düşündürdüğü gibi- % 8.5 oranındaki engellerin önemli bir kısmının ihmal ve tedbirsizlikler sonucu ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Esbâba tevessülün (sebeplere sarılmak), tedbiri elden bırakmamanın ve tedavi olmanın Hz. Peygamber’in altını çizdiği en önemli sünnetler olduğu unutulmamalıdır. Kişinin elinden geldiği kadar bu sünnetleri yerine getirmeye çalışmasına rağmen, ilâhî irâde ve takdir karşısında ise engelli sabretmeli, gücü nisbetinde sorumlu olduğu bilinciyle hayatını sürdürmeye ve sınavı kazanmaya gayret etmelidir. Diğer taraftan engelli olmayan kimselerin de, Allah’ın kendilerine verdikleri bu önemli nimetlerin kadrini bilmeleri, şükretmeleri, ayrıca engelli kardeşlerine gereken yardımı yapmaları gerekmektedir.

Her yönüyle bizler için “usve-i hasene” olan Hz. Peygamber’in özetle vermeye çalıştığımız engellilere yönelik hikmetli ilişkisi, engellilerle ilişkilerimizde son derece yol göstericidir. Onun engellilerle ilgili engin öğretisi, birçok yönüyle daha geniş bir şekilde araştırılıp ortaya konulmalı, engellilerle ilişkilerde Hz. Peygamber’in bu rehberliğinden azami şekilde yararlanılmalıdır.

Özellikle Delâil ve Hasâis literatürüne girmiş olan ve Hz. Peygamber’in mucizevî şekilde iyileştirdiği engellilerden söz eden haberlerin, peygamber anlayışıyla doğrudan ilgisi vardır. Allah Rasûlü, tabîbu’l-ebdân değil, tabîbu’l-kulûbdür, yani o bedenlerdeki hastalıkları, sakatlıkları tedavi etmek için değil, kalplerdeki hastalıkları ve eğrilikleri tedavi etmek için gönderilmiştir. Birçok âyette dile getirildiği gibi O, fiziken sağlıklı olmalarına rağmen, rûhen hasta olan, hakikat karşısında kör, sağır ve dilsiz kesilen kimseleri iyileştirmeye çalışmıştır.

Burada Allah Rasûlü’nin hasta bir sahâbîsinin iyileşmesi için dua etmesi veya o günün etkili tedavî yöntemlerini önermesi gayet tabiidir. Fakat körlüğü, ahraslığı, topallığı ve deliliği tedavi ettiğini ifade eden bu rivayetlere ihtiyatla yaklaşılması, konunun enine-boyuna analiz edilmesi, çoğu zayıf veya uydurma olan bu rivayetlerin ortaya çıkış sebeplerinin ciddi bir şekilde incelenmesi gerekmektedir. Zira, tam otuz yıl yatalak bir engelli olan Imrân b. Husayn, topal olarak valilik yapan Muâz b. Cebel ve Hz. Peygamber’in yerine defalarca vekalet eden İbn Ummu Mektûm gibi meşhur sahâbîlerin tedavi edilmeyip, iyileştiği ifade edilen şahıslarınsa ya hiç tanınmaması, yahut haklarında çok az bilgiler olması, bu tür rivayetlerin sıhhatleri konusunda çekince koymamız için yeterlidir.

“Allah’tan af ve sağlık dileyin, çünkü bir kimseye imandan

sonra, sağlıktan daha hayırlı bir şey verilmemiştir.”  Ebû Dâvûd, Edep, 101; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 42.

“Allah’ım! Bedenime, gözlerime ve kulaklarıma sıhhat bahşet.” Ebû Dâvûd, Edep, 101; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 42.

 “Ey insanlar, içinizde müslümanları dinden soğutanlar

var. Herhangi biriniz namaz kıldıracak olursa hafif tutsun. Çünkü

cemaatin içinde zayıf, yaşlı, iş-güç sahibi olanlar vardır.” Buhârî, Ezân, 61, 62, 63; Müslim, Salât, 182-184.

 Allah Rasûlü’nün hadislerinde belirttiği üzere, “Bir müslümanın başına gelen herhangi bir hastalık, dert, hüzün ve hatta gam yoktur ki, Allah (c.c) bunu onun hataları için keffaret kılmış olmasın!”[32] “Allah, batan bir diken de dahil olmak üzere, başına gelen her bir musibet sebebiyle müslümanın hatalarını ve günahlarını örtmekle kalmaz, onu bir derece de yükseltir.”[33]

       Bibliyografya

[1]  Müslümanlar için her yönüyle “güzel bir örnek” olan Hz. Peygamber’in engellilere yönelik hikmetli ilişkisini ortaya koyabilmek adına Hadislerle İslam adlı külliyattan derlenmiştir. (Hadislerle İslâm, c. IV, s. 263, DİB Yayınları, 4. Baskı, Ankara, 2013)

[2] Bkz: Suyûtî, İtkân, II. 18.

[3] İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe, IV. 264; Nesâî, es-Sunen (el-Kebîr), V. 181, no: 8605.

[4] Ahmed, Musned, III. 411-4.

[5] Ahmed b. Hanbel, III. 160, VI. 349-350.

[6] Buhari, Meğâzî 34, V. 61; Tefsîru Sure 24/10, VI. 10-11;, Muslim, Fedâilu’s-Sahâbe 155, II. 1934.

[7] Buhari, Enbiya 51, VI. 146-7; Muslim, Zuhd 10, III. 2275-6.

 [8] Dârekutnî, es-Sunen, I. 167-171. Beyrut-1986.

[9] Bkz: 2 Bakara 18, 171, 8 Enfâl 22, 11 Hûd 24, 16 Nahl 76, 17 İsrâ 97, 25 Furkân 73, 43 Zuhruf 40.

[10] Ahmed, Musned, V. 194, VI. 450.

[11] Ahmed, Musned, V. 386, 406; İbn Ebî Şeybe, el-Kitabu’l- Musannef, VII. 463, 509. tak. Kemal Yusuf el-Hut, Beyrut-1989, I-VII.

[12] Beyhakî, Sunen, X. 199-200.

[13] Ahmed, V. 168-9, 154.

[14] Ahmed, Musned, I. 217, 309, 317.

[15] Bkz: 73 Müzzemmil 1-2; 74 Müddessir 1-2; 68 Kalem 1-2; İbn Sa’d, I. 194-5; Taberî, Tarih, II. 302

[16] Buhârî, Bed’u’l-Vahy 3, I. 3; Muslim, İman 252, I. 139-142.

[17] Ahmed b. Hanbel, Musned, V. 299.

[18] Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, VIII. 226.

[19] Beyhakî, Sunen, IX. 24; İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe, IV. 207-8.

[20] Buhari, Cihâd 35, III. 213;  Beyhakî, Sunen, IX. 24.

[21] Ahmed, III. 456-9; Buhari, Meğâzî 79, V. 130.

[22] Tirmizî, Tefsir 5, (sure 4) no: 3031-3, V. 241-2.

[23] Bkz: İbn Kuteybe, Maârif, s. 589.

[24] Ahmed, Musned, VI. 348.

 [25] İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe, IV. 282. İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, VII. 11-2, Beyrut-1985.

[26] İbn Sa’d, a.g.e, VII. 12.

[27] Bu durumunu dikkate alan Hz. Peygamber Sevde’yi, Muzdelife’den geceleyin göndermiş ve diğer insanlar gelmeden evvel şaytan taşlamasına izin vermiştir. Bkz: Muslim, Hac 293-5, I. 939. Hayatı için bkz: İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe, VII. 157-8.

[28] Engellilerle ev içi ilişkiler, birlikte yemek yeme gibi hususlarda inen 24 Nûr 60-61. âyetlere bakınız.

[29] İbnu’l-Cevzî, Kitâbu’l-Mevzûât, III. 203’te “Bâbu sevâbi men zehebe basaruhû” başlığı altında nakletmiştir. tah. Abdurrahman Muhammed Osman, Kahire-1987, Mektebetu Ibn Teymiye, II. baskı. I-III.

[30] Bkz: Buhârî, Cihâd 134, IV. 17.

[31] Bu doğrultuda birçok rivayeti derleyen bir çalışma için bkz: Nebhânî, İsmail b. Yusuf, Peygamber Efendimizin Mucizeleri, çev. Abdulhâlık Duran, I. 596-610, İstanbul-1997.

[32] Ahmed, Musned, III. 24.

[33] Buhari, Merdâ 1, VII. 2; Muslim, Birr 46-7, III. 1991-2.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir